4 Ekim 2014 Cumartesi

Gorta Mór

Bir yerlerde kelebek kanatlarını çırpar,
      başka bir yerde deprem olur.

İrlanda tarihi patatesle yazılmıştır.  Politikacılarla değil. Gorta Mór.
Patates İrlanda'nın kaderini belirlemiştir.



Kıtaları yerlerinden oynatmak istiyorsan toprağı itmeye çalışarak vakit kaybetme, o kelebeği bul.

(Bir ekoloji panelinin ardından...)




1 Ekim 2014 Çarşamba

"Highly qualified depression expert"

Highly qualified depression expert... I should put that on my résumé  (Photo from European Parliament. 01.10.2014) -Now they have a committee for depression, 32% of population diagnosed as depressed; severe depression and suicide rate is as high as 17% in young people. I listened and read the data. No, this wasn't an activity paid by a lobby, it was a warning by a statistic company. It was about us living in a world where people, especially young people, don't want to live in anymore. No hope. No desire. 

One interesting info: Economy is not the key issue. In Spain or Greece, where crisis hit badly, where almost 11% of young people is jobless and the rest has to work for as low as 350 euro (45% of working  population according to data) suicide rate is not as high as Belgium. 

Weird isn't it?... The them yes. To me, no not really. Northern Europe has a safety net; better options and salaries for people. When they lose their jobs they can survive until they find a new one, countries have more opportunities for young people, better payments, credit system is under strict control, very few inherits or ends up in huge debts etc... But hope and desire are gone. In Spain, number s are much lower. People are unhappy or angry but not depressed. There is a huge difference in between. 

When we say "depressed" we don't mean unhappy. 

"Unhappy" is an emotional state.

"Depressed" is a neurological state, a change in neurological paths that also causes brain chemistry to change drastically. When it becomes chronic, very few can get out of the circle. The data shows for northern countries where economy is relatively ok, they  reached that breaking point. 

It is not about money. It is never about money. That's why a money/GDP oriented world system -any of them- can fix it. If you don't understand it, you can't fix it. 
To me what they do is like plating trees to greening a zone. 
They are planting the wrong trees. 
It will be green
ok,
but in my opinion those trees will consume the water and 
then they will have to deal with the drought. (Which is a more difficult problem to resolve.)
Why I say this: From what I listened, I understood that they think it is about the support system. This is what I call myth of loneliness in modern societies.

I also understand the end game but... well, this is what I love about facts. What will happen will happen. If they are right, perfect. If I am right and this has nothing to do with loneliness either -then the data in 2-5 years will prove it. 

Sad news for the ones who has to live with it.  


But to simplify the question:

I am diagnosed as depressed. I am. But since the day I came to Bruxelle, I am happy. And the parliament building feels like a wonderland. Zest of a child in a candy store. 
I don't make money here. I don't have a hope for my future generally speaking.  But for the moment, I feel alive and sometimes this is enough to go on. 
I am alone -so this has nothing to do with the support system. 

Think: 
Why you (half of the people who are here in the parliament) are not happy? Why you wait for 17h00 and if it is 1 mn late you start to get anxious? 
 
This would be a good starting point if one really wants to understand how brain chemistry works. 

I am not the best and the brightest of human kind but I started to look intelligent because people stopped thinking. Reading. Paying attention. 
Don't reduce your life to bread. 
Don't make big assumptions. 
Don't rely on statistics. 
 
Be better. You have both the opportunity and the responsibility. 



28 Eylül 2014 Pazar

EP Intergroup CCBSD -AVRUPA BİRLİĞİ SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA KONFERANSI

Avrupa Birliği Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı için bir hafta Brüksel'de olacağım. Bir Google toplantım var.
Sonrasında doğrudan Frankfurt Kitap Fuarına geçeceğim. 

İstanbul'a Kasım sonu uğrayacağımı umuyorum ama kesin konuşmak güç. İletişim için eposta adresimi kullanın. Avrupa'ya Türkiye hattımla gitmiyorum; sabit fiyat diyerek aşırı yüksek faturalar gönderiyorlar. Terbiyesizce.
Avrupa'da Avrupa hattı almak daha uygun.

***************
I am invited by EP Intergroup CCBSD to EU Sustainability Meeting. I have a Google convention. Then, I plan to go to Frankfurt for the book fair. Returning to Turkey seems redundant. 

I will be in Istanbul for Istanbul Book Fair. 
I am not taking my Turkish phone with me, my uk number is private. So if you need to contact me,  this is your best option: exclea@gmail.com

***************



20 Mayıs 2011 Cuma

Toulouse

1. Havaalanında Tourist information’dan kendinize bir harita almayı ihmal etmeyin.

2. Havaalanından şehir merkezine gitmek için birkaç seçenek var. İlki 66 numaralı otobüs ikincisi “Navette Aeroport” adlı ekspres otobüs. Navette Aeroport ile A metro hattına (Jean Jaures’e) yarım saatte gitmek mümkün. Duraklar ve Tisseo bilet satış gişesi (Vente) B çıkışının orada. Bilet 5 avro.

3. Şehri merkezinde havaalanına giderken Navette Aeroport’un üç durağından birinden otobüse binmek ve otobüste bilet almak mümkün. Jean Jaures durağı Place d’Armenie’ tarafında –yanılmıyorsam Jean Jaures Caddesi 27 no’nun önüne denk geliyor), modern sanat eserinin hemen önünde.

4. Metro ve otobüs bileti aynı. Makinelerden veya Tisseo gişelerinden bilet alabilirsiniz. Fransızca bilmeseniz bile rakamlardan hangi biletin ne olduğunu anlıyorsunuz. Gidiş-Dönüş biletleri aynı gün kullanmak gerekiyor. (Bir bilet 1.50)



5. Chateau d’Eau Laganne –Pont Neuf ayağındaki su kulesi, fotoğraf galerisi olarak kullanılıyor. Enfes sergilere rastlamak mümkün.

6. Cite de l’espace –Uzay Müzesi eğer çocuğunu zvarsa ilginç olabilir. Planetarium ve IMAX 3D filmler Fransızca dublajlı, yani dil bilmiyorsanız sıkılırsınız. Diğer etkinlikler çoğunlukla sadece çocuklar için. (Ama Mir’in bir kopyasını gezmek mümkün.) Metroyla A hattındaki Jolimont durağına gidip 37 numaralı otobüse bineceksiniz. (Tabelaları takip ederseniz kaçırmanıza imkan yok.) Otobüste de ışıklı panoda her durağın adı yazıyor. +-20 avro.

7. Airbus Müzesi. Toulouse Airbus’ların imal yeri, Avrupa’da uçak şehri olabiliniyor. Müzeyi gezmeye gitmeden önce randevu almak gerekebilir. ( http://www.taxiway.fr/ ) +- 15 avro

8. Sernin ve Jakoben Manastırı iki enfes mimari yapı. Zaten birbirilerine yürüme mesafesindeler. Aslında şehir merkezindeki tüm yapılar yürüme mesafesinde.

9. Capitol meydanındaki –Belediyenin hem önünde hem arkasında meydan var, ofisi göremezseniz binayı dolanın, diğer taraftadır- turist info’dan harita ve yürüyüş turlarının rotalarını alabilirsiniz. 7 avroya bile hoş turlar var ama kendim yapayım derseniz haritayı takip etmek mümkün. Belli başlı yapılar haritalarda işaretli ama daha güzeli bazı özel evler –ilk aklıma gelen Pierre Seilhan’ın evi veya Hotel Maynier. Onları kendi başınıza bilmeniz/bulmanız zor. Ben ilginç bir “Direniş” turuna katıldım, II. Dünya savaşında direnişçilerin kullandıkları evler ve Toulouse’da direnişin tarihiyle ilgili bir turdu ve oldukça ilginçti. Ofisin düzenlediği turlarda herkesin zevkine göre birşeylere rastlamak mümkün.

10. Öğle yemekleri için restoranlar ucuz mönüler hazırlıyor. Benim favorim Himalaya. http://www.himalayaresto.com/ aynı bölgede vintage giysiler bulabileceğiniz ikinci el eşya satan dükkanlar da var.

11. Kitabınızı alıp Garonne nehri kıyısında piknik yapabilirsiniz. Ben Toulouse’a gittiğimde yaz yeni yeni yüzünü gösteriyordu, nehir kıyısı enfesti. Bazen kıyı boyu fotoğraflar yerleştirip sergiler de düzenliyorlar.

12. Turistik tren diye bir tren var. Gördüm ama binmedim. Turizm Ofisinin karşısından kalkıyor. http://www.petittraintoulouse.com/fr/
13. Postane de Turizm merkezinin karşısındaki sokakta. Türkiye’ye kart atmak +-1 avro. Pulları alıp sonra sarı posta kutularına atabilirsiniz. Genelde 2 haftada gidiyor.

17 Eylül 2010 Cuma

Montenegro


Podgorica/Podgorisa (Podgoritsa)

1. Havaalanında taksi bulmak sorun olabilir. Dışarıda genelde üç veya dört taksi oluyor,

onlarda dolup gidince yeni bir tanesinin gelmesi uzun sürebiliyor. Danışmadan size bir taksi
çağırmalarını rica edebilirsiniz. Bekleyen taksileri yakalarsanız resmi ücret 15 euro. Normal/
dürüst bir taksi için ücret havaalanı-şehir merkezi 8 euro civarı. Otobüs ve tren istasyonu aynı
yerde. Üşenmezseniz otobana yürüyebilirsiniz. Saat başı otobüs var ama havaalanından şehre
otobüs yok.
*Ben otoparka yürüyüp elimdeki haritada şehir merkezini işaret ettim, 10 euro gösterdim,
arabanın sahibi seve seve bıraktı. Genel olarak gezginlerin kullandığı yöntem bu.

2. Kotor’a çok sık otobüs var. Kuzeyde Kolasin’e de oldukça sık tren ve otobüs var. Trenler
güvenilir değil. En az 1 saat rötarı hesaba katmalısınız. Ben Kolasin dönüşü 3 saat bekledim,
hava kararıyordu, tren hala gelmemişti, pes edip otobüs durağına indim. (Tren istasyonu dağın
tepesinde, istasyon ise şehrin eteklerinde) Otobüse binerken size söylemedikleri bir şey var –bilet
ve koltuk sayısı tutmayabiliyor. Yani iki saatlik yolu ayakta gidebiliyorsunuz. Size söylemedikleri bir
şey daha var, virajlı dağ yolunda kamyonların arkasında kalabiliyorsunuz. O zaman iki saatlik yok
saatte otuz km ile gidilen dört saatlik işkenceye dönüşebiliyor. Şansıma yan yana oturan iki genç
kızdan biri diğerinin kucağına oturup bana yer verdi de son iki saatte ölmedim. Ama insanlar böyle
şeyleri hep yapıyor. İnanılmaz nazik ve yardımseverler.

3. Podgorica bir günlük bir şehir. Nehri takip edip Roma harabelerine gidebilirsiniz. (1 Saatlik
yürüyüş yolu). Bir harita alın, başka birşeye ihtiyacınız olmaz.

Nehirde yüzülebiliyor. Milenyumdan sonra yapılan Milenyum köprüsünün ayağının dibinde enfes
bir yüzme noktası var. (Zaten aşağı inen merdivenler ve eğlenen insanlar görülüyor.) Akıntı güçlü
değil ama belirlenen yerlerde yüzmekte fayda var. Su buz gibi.


4. Kolasin. (Kolaşin) Enfes bir dağ kasabası. Otobüsü tercih edin. Küçük bir yer. Bütün Montenegro
ucuz ama bu bölge yazın daha da ucuz. Kuzeye, Ulusal Park’a çıkarken veya Manastırı ziyaret
edecekseniz bu şehre uğramamak olmaz. Turist info’nun hemen karşısında sırtı görülen bina
aslında bir restoran. (Restoran sorarsanız önce orayı söylemiyorlar. Biraz ısrar ederseniz,
siz nerede yiyorsunuz falan derseniz ancak öğreniyorsunuz.) Girişi bulmak zor –zor dediğim
üşenmeyip binayı dolaşmak gerekiyor. Ama 3 euroya enfes kuzu yiyebileceğiniz çorbalarıyla
meşhur bir yer. (Çorbalarıyla meşhur diyorum çünkü orada oturduğum sürede herkes çorba
içmeye geldi.) Çok ilginç binalar var. İçinden su çıkan bir ağaç var –ki bir benzerini görmemiştim.

5. Montenegro’da sular enfes. Cilt bakımına o kadar para harcayacağınıza burada yüzünüzü
yıkayın. (THY 300 ytl.ye uçuyordu. Gerçekten cilt bakımı parasına bu ülkeyi gezebilirsiniz.) Şehir
suyu içiliyor.

6. Pazar günleri çoğu yer kapalı. Ama her yer değil. Açık market bulmak mümkün. Eminim başka
yerlerde de vardır ama bulamazsanız Katedralin (hiç bitmeyen dev Ortodoks katedrali) oradaki
market ve su satan büfeler açık.

7. İngilizce bilen sayısı ortalama. Ama bilmeseler de bir şekilde yardımcı olmayı başarıyorlar.

Yer tariflerinde son derece yaratıcılar. Kaba yanıtlar veren veya yürüyüp giden kimseyle
karşılaşmadım.

8. Pazar ATM’lerde para olmayabiliyor. En garantili yer meydandaki ATM. Ama üzerinizde para
bulunsun, yoksa Pazar Pazar parasız kalabilirsiniz.

9. Barlar sokağının (Njegoseva) ortasında Ortodoks kilisesinin yemek servisi yapan bir yeri var.
Barlarda pancake tarzı yiyecekler bulmak mümkün ama kilisenin yerinde çok ucuza bir sürü şey
yiyebiliyorsunuz. (1-2 euroya). Yeri bulmak kolay, bütün bar/restoranların dışarıda masası var,
onların yok.

10. Yöresel yemekler için –birkaç yer deneme şansım oldu, meydandaki restoranlar
lezzet açısından en iyileriydi. Fiyatlar pahalı bir yerde 15 euro, ucuz bir yerde 2 euro.

11. Rakı denilen içkinin bizim rakımızla bir ilgisi yok. İlginç bir içki, ben hoşlandım. Biraları güzel.
Şaraplarında iş yok.

12. Latin harfleri kullanmıyorlar ama bir süre sonra sokak adlarını çözmeye başlıyorsunuz.

13. Milenyum köprüsünden sonraki köprünün (yanılmıyorsan Gazela) dibinde geceleri içmek için
enfes bir bar var. Sarhoş olursanız yukarı çıkamayabilirsiniz çünkü iniş ve çıkış iyi aydınlatılmamış.
Canlı müzik, Türkçe şarkılar da söylüyorlar. Fiyatlar ucuz.

14. Şehirden havaalanına giderken taksiye binmeden önce pazarlık yapın. Taksiler turistleri
kazıklamaya hevesli. Kapısında durak adı/telefon numarası yazmayan taksiye binmeyin.

8 Haziran 2010 Salı

Latvia- Riga


1. Havaalanından çıktığınızda otoparkın ilerisinde otobüs durağı var. 22 numaralı otobüs şehre gidiyor. Ancak havaalanından çıkmadan paranızı mutlaka bozdurun. Bilet 1 lat’tan ucuz ve otobüs şoförleri çoğunlukla 10 lat ve üzeri paraları bozmuyor.
2. Riga’nın pahalı olduğu söylenir ama doğru değil. Alışveriş yapmayacak, yemek yiyecek ve etrafı gezecekseniz Riga’daki rakamlar son derece makul. Güzel bir yemek yaklaşık 10 euro'ya mal oluyor. (Et için Bibar’ı öneririm.)

3. Lido adlı mekan Latvia yemekleri yapan bir tür orsa lokantası. Fiyatlar uygun, yemekler lezzetli. Yeri Katedralin orada. Terbetas iela ile Elizabetes iela’nın köşesi.
4. İçkilerin fiyatı en lük yerle en ucuz yer arasında olsa olsa 1 lat fark ediyor.
5. Skyline bar, radisson’un 26. Katı, katedralden düz devam edilince ulaşılıyor –zaten cam bina, yüksek, görmemek mümkün değil. Kokteyller 5 lat, bira 2 lat. Giysi koşulu yok. Manzara 360 derece ve inanılmaz.

6. Haziran’da güneş gece 12’de batıyor. Dalgaya düşmeyin.
7. Old town iyi hoş ama Küçük Moskova’yı, bit pazarını –fotoğraf çekmek yasak- Art Nouva bölgesini ihmal etmeyin. Hepsi yürüme mesafesi.
8. Erkeklere not: Tanımadığınız kızlarla hiçbir yere gitmeyin. Tanıdığınız –birkaç kere gördüğünüz- kızlarla da hiçbi,r yere gitmeyin. Burada olduğum dönemde barlara gidip soyulanları mı görmedim, ara sokaklara çekilip herşeyleri gasp edilenler, sabah sokakta uyananlar… Riga tehlikeli değil ama karı-kız peşine düşerseniz astarı yüzünden pahalıya gelebilir. Burada da bizdeki pavyonlarda yapılan sık sık yapılıyor, hesap geldiğinde bir anda kızın şampanyalarının parasını ödemeniz gerektiğini öğreniyorsunuz –ya da dayak yiyorsunuz.
9. Bir kulüpte –bazı kulüplerde- bir kızın gelip kucağınıza oturması mümkün. Yapılacak en iyi şey, nazikçe kızdan kalkmasını rica etmek. Cebinizdeki bütün parayı kaptırsanız bile bu kızlar kimseyle yatmıyor, bu da bir dip not.
10. Gece 12’de sokakta tek başıma dolaştım, Old Town tarafında hiçbir şey olmuyor. Ama Little Moskow biraz riskli. (Yine de kadınlar için fazla bir risk yok. Asıl tehlikede olan erkekler.)


11. Sınırda bolca soru soruyorlar –neden geldin, ne zaman gideceksin vb ama sabrınızı kaybetmezseniz bir sorun çıkmıyor.
12. Ucuz yemek –Pelmeni –mantıcı. Neli mantı isterseniz var, kuzuyu tavsiye ederim. Her yerde bu lokantadan var. 2 lat’a deli gibi yiyebiliyorsunuz. Self-servis.

Z. Heyzen Ateş

6 Nisan 2010 Salı

HİKÂYE 2

Üniversite yolundan eve dönüyorum. Hava temiz. Yağmur sonrası. Veya belki bir sonraki yağmurun hemen öncesi. Bu ülkeyle ilgili söylenebilecek en olağan sözlerden biri.

Etraf ağaç dolu. Bu ülkeyle ilgili söylenebilecek en olağan sözlerden ikincisi. Meşe olduğunu zannettiklerimin meşe olmadığını öğrendim, çam zannettiklerim de çam değilmiş. Yolun üzerindeki ağaçlardan birine gözüm takılıyor ve kendimi onun çınar olup olmadığını düşünürken buluyorum.

Ağacın dibindeki kutu uzun süre dikkatimi çekmiyor.

Gördüğümde zihnim bu bilgiyi algılamakta zorluk yaşıyor. Önce çöp olabileceğini düşünüyorum ama beynim bu ihtimali hemen geçiyor. Burası Zelanda. Evsizlerin bile çöplerini ayıklayarak attığı ve topladığı ülke. Yol kenarına bırakılmış bir kutu çöp olamaz.

Yol kenarına bırakılmış bir kutu olsa olsa yol kenarına bırakılmış bir kutu olabilir.

Kutunun yanına gidiyorum. Maun olabilir. (Ya da belki çam, çınar, meşe.) Üstünde çizikler var. Kapağı sağlam. Kilidi kırık değil ama açık. Kapağın tam olarak yerine oturmamasından anlaşılıyor.

Türkiye’de olsam bomba olması ihtimaliyle polisi aramak aklımdan geçerdi.

Zelanda’da uçağa binerken pasaportunuzu veya kimliğinizi bile sormuyorlar.

Bomba olabileceği ancak bu yazıyı yazmaya başladığımda aklıma geliyor. Auckland’da olmaya fazlasıyla alışmış olmalıyım.

Enfes bir kutu. Birinin ondan vaz geçmiş olması şaşırtıcı. Birinin kutuyu ağacın dibinde unuttuğu teorisini inanılabilir bulmuyorum. Onu alabilir miyim?

Onu açabilir miyim?

Yağmur yeni kesildiği için sokak boş. Ama saat yediden sonra üniversite yolu zaten tenha olan yollardan. Kötü bir hafta geçirdim. Kötü bir üç hafta geçirdim. Yanlış karar üstüne yanlış karar. O yüzden kutuyla ilgili kararı tek başıma vermek istemiyorum.

Sokağın boş olması işimi kolaylaştırmıyor çünkü her hangi birine sorabilirdim.

Kutularla ilgili otorite olan bir tanıdığım yok. Her hangi biri işimi görürdü.

Aç ya da açma demeye gönüllü her hangi biri işimi görürdü.

Ya da belki yazı tura atardık.

Benimkisi ahlaki bir tereddüt değil. Yoğurdu üfleyerek yemenin birkaç tahtası eksik geri kalan tahtaları sallanan bir beyin tarafından yorumlanıp içselleştirilmiş hali.

Cep telefonumu çıkarıyorum. Şarjı bitmek üzere. Kimi arayacağımı düşünürken dikkatim dağılıyor. Bugün Massive Attack konserine gidecektim.

Şu anda Massive Attack konserinde leyla oluyor olmam gerekirdi.

Bunun yerine ağacın dibindeki maun kutuyu anlamlandırmaya çalışıyorum. (Kimse itiraz edecek konumda olmadığına göre edebi estetik ve kulak dolgunluğu adına kutuyu maun olarak vaftiz ediyorum.)

Yoldan geçen arabalardan birindeki adam yasadışı bir şey yapıyormuşum gibi bana bakıyor.

Ona fikrini sorma ihtimalini hemen zihnimden siliyorum. (İhtimal hesabı yapacak olsak benim vereceğimden daha doğru bir karar vereceğinin ortaya çıkacağını bilsem de onu gözüm tutmadı. Zaten beni gözü tutmayanları gözüm tutmaz.)

Kiwiler anlayışlı insanlar ve nezaket geleneğine sahipler ama kime kutu danışırsın derseniz İsveçliler veya Güney Amerikalılar daha kutudan anlar insanlarmış gibi geliyor bana.

Aklıma ev arkadaşıma yeşil çay alacağıma dair söz verdiğim geliyor. Hayati önem taşıyan bir söz değil ama çaysız dönünce güvenilirliğim ciddi ölçüde sarsılacak. Çinli bir kız. Kutu meselesini anlayacağını sanmıyorum.

Kore marketi yolun hemen aşağısında. Yol bomboş. Kutunun döndüğümde de orada olacağına eminim. Ama saat sekizi bulursa Auckland’daki her yer gibi marketin de kapanması ihtimali var. Uzak doğuluların yerleri diğerlerinden daha uzun süre açık kalıyor ama beyaz adamın 5’te paydos ettiği bir ülkede “daha uzun” fazla bir anlam taşımıyor.

Maun kutudan ve meşe olmayan ağaçtan birkaç metre uzaklaştığımda şehir merkezine doğru yürüyen şemsiyeli bir kız görüyorum. Bir saniyeliğine göz göze geliyoruz. Kutumu alır mı?

Ona kutunun benim olduğunu, ona dokunmamasını söylemek istiyorum.

Kutunun benim olamaması birşeyi değiştirmiyor. Onu çabucak sahiplendim. Mal bulanındır. Onu bırakırsam ve başkası bulursa, o zaman onun mu olur? Hayır, kimseye bırakmaya niyetim yok ama zihnimde hala mantıklı olan bir köşe bana kıza kutuyla olan ilişkim konusunda detaylı bir açıklama geçmemin akıl karı olmadığını söylüyor. Zaten artık çok geç. Onunla konuşmak için geri dönmem gerek –ki dönemem. O zaman gerçekten deli olduğumu düşünür.

Elinde şemsiye varken kutuyu taşımasının zor olacağını söyleyerek kendimi ikna edip Kore marketine gidiyorum. Yolda bir iki kişiyle daha karşılaşıyorum ama onlar bende kızın yarattığı tedirginliği yaratmıyor.


Döndüğümde kutu yerinde yok.

Birkaç hafta sonra aynı kızı sahilde görüyorum. Yanında sevgilisi var. Ya da sevgilisini aldattığı erkek –ama çok ortalıktalar. İnsan sevgilisini aldatacak olsa bu kadar orta yerde yapmaz. (Yine, burası Zelanda. Aldatma mevhumunun suyunu çıkarmış bir ülke.)

Bir an için beni gördüğünde eminim. Kafasını çeviriyor, denizle ilgileniyormuş gibi yapıyor. Bu kaçınma jesti; inkâr hoşuma giden bir iletişim içeriyor.

Birbirine tamamen yabancı iki insanın paylaştığı garip bir samimiyet anı.

Kendi yönlerimize yürüyüp gidiyoruz.